28 Ağustos 2017 Pazartesi

An

Her şeyin birdenbire koptuğu bir andı. Her şey dağıldı. Yalan söylüyorum. Bir an değildi bir süreçti bu. Üstelik sonu da değildi yolun. Sadece kopma vakti gelmişti ve bütün bütünler dağıldı parçalarına. Kendilerinden mi geçmiş oldular? Hiçbir ilişkisi yok durumla. Ne zaman nasıl isterlerse öyle oldular. Ne zaman bütün olmak geldiyse içlerinden o zaman oldular; Zamanı gelince de vazgeçtiler olmaktan. Mesela bir bardak düştü yere, kırıldı. Kimse kaldırmadı, süpürmedi parçalarını. Böyle bir şey gibi sanki. Bardak olmaktan vazgeçen bardak değil, camdı. Anlamadı kimse. Her şeyin böyle böyle form değiştirdiği bir zamandı; an değil. Sorsalardı anlatılmazdı da. Sadece dağıldı. Kalem falan kırılmadı; yürek parçalanmadı, ipe gitmedi kimse. Ortalık biraz dağıldı, biraz dağıldı. O kadar. Her şeyin koptuğu bir andı. Kıyamet de değildi üstelik. Yaşıyorsak hala, bir alameti vardı. Anlamıyorduk ama vardı. Her şeyin koptuğu bir andı; geriye söylenecek ne kaldığını aramaya gitti sonra biri. Sonra ondan hiç haber alınmadı. Hiçkimse de bir daha onu sormadı. Hatırlamadı. Böyle bir şeydi. Öyle bir andı. Bir

12 Ocak 2013 Cumartesi

Gözlerimi kutuya dikiyorum.


"Avuçlarımın içine bakıyorum. Küreğin zımparalanmamış sapı avuçlarımı kızartmış ama şimdi yarım bırakmanın sırası değil; daha yarım saat oldu, derinlik yarım metre. Yeterli değil. Beremi çıkartıp alnımdaki terleri silerken üstüme yağan kara hayret ediyorum. Aslında hayret etmem gereken kar değil, bu havada bunca terliyor olmam ama, çok normal değil mi? Yatıştırmaya çalıştığım sinirim, öfkem ve stresim alnımdan damlayıp süzülüyor. Gözümden damlayamazlar artık. Ağlamak çok eski bir fiil. Hem de çok kadınsı. Artık kullanmıyorum.

Kazmaya devam ediyorum. O kadar çok terledim ki, ayağımın altındaki topraktan yeni bir erguvan ağacı daha yeşerebilirmiş gibi geliyor her an. Sahi neden erguvan? Neden bu ağacı seçmiştim acaba? Hatırlamıyorum. Bir yer işareti olarak ağaç dikmek doğaya karşı nazik bir tutum tabii ama onca ağaç varken neden erguvan? Acaba aramızda özel bir anlamı mı vardı? Hafızamın günlük gelgitleri arasında kaybolup giden bir ayrıntı daha. Bir yerden sonra yaşanan her şey ayrıntıya kaçıyor. Hatırlamamayı ben seçmiştim ama bu başarıyı ben bile beklemiyordum; öngörülmemiş bir zafer doğrusu.

Hava kararmadan bitsin bu iş istiyorum diye düşünürken kürek sonunda karayı gösterdi. On bir sene evvel bunu buraya gömerken çok daha çevik ve dinç olduğumu, genç olduğumu hatırlayıp acı acı gülümsediğimi farkettim. Bu kadar uzun süreceğini, üzerinden bunca zaman geçeceğini tahmin edemezdim.

Bakır kabartmalarla işlenmiş metal kutuya zarar vermemek için buradan sonrasında ellerim devreye giriyor. Yavaş yavaş çıkartıyorum. Zaten üzerinde birkaç avuç toprak kalana kadar kazmışım. Düşüncelerin yarattığı dalgınlığın, istemediğin bir şeyi yaparken bile, durdurulamaz bir devamlılık dayatma gücü var. Neyse ki kutuyu buldum. Bulamasaydım belki de lanetlenir, bir on bir sene daha dokunmazdım. Şimdi kutu ellerimde. Avuçlarım küreğe sürtünmenin verdiği etkiyle acırken, soğuktan neredeyse buz tutmuş metal kutunun üzerine kar yağıyor ve elime yapışıp kalmasından korkarak kutuyu sırt çantama attığım gibi küreği kapıp 73 dakikada açtığım çukuru 18 dakikada kapatıyorum: Bir dehliz adeta. Erguvandan bir dal koparıp hızla arabaya doğru yürüyorum. Çok şükür kar daha tam olarak yeryüzünü kaplamadı, görsel bir dekor olarak varlığını sürdürüyor. Yine de silecekleri kaldırıp lastiklerini eldivenlerimle temizliyorum ve atlıyorum arabaya. Kontağı çeviriyor, evin yolunu tutuyorum.

Dışarısı soğuk olabilir ama nedense bu ev hep sıcaktır. Bazen bu ısının kombiden değil, kelimenin manevi değerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Kelime anlamıyla 'yuva': Birliktelik ve huzur. Kutu... Kutum? Hemen orta gözünü açıorum, kutuyu aldıktan sonra fırlattığım çantam masanın üzerindeki boş bira şişesini düşürüyor: Vazom! Kırılacak gibi değil çok şükür. Bira şişesini alıp televizyonun üzerine koyuyorum. Erguvandan kopardığım dalı da şişenin içine. Kutuyu alıp sandalyeye oturuyorum. Onu kucağımda açacağım. Masanın üzerine koyup da geeksiz bir mesafe ve samimiyetsizlik girsin istemiyorum aramıza. Topraktan çıkardım onu ve şimdi kucağımda. Yıllar sonra içinden çıkacakların merakını damarlarımda atıyor kanım.

Telefon çalıyor. Şu an müsait değilim kusura bakmasınlar.

Önce sağ ayağımın ucuyla sol topuğuma basıyor, sonra aynı işlemi sağ topuğuma uyguluyor ve ayağımdan, bağcıklarını içine tepme prensibimi aksatmaksızın giymiş bulunduğum botlarımı çıkartıyorum. Telefon ısrarcı olduğu kadar umursamazım ben de; hala çalıyor. çıkarttığım botlarımı ayağımla yana itiyorum. Ayağa kalktığımda, salona mı yoksa yatak odasına mı gitmeliyim bilemiyorum. Karar veremiyorum. Birden telaşlanıyorum. Tam olarak nereye gitmeliyim çok bilemesem de, şu an dünyamın dış dünyaya kapalı olduğuna en az elimde tuttuğum kutunun varlığı kadar eminim, biliyorum. Ellerimi açarsam kutu düşer. Kapıyı açarsam dış dünya içeri girer. Hiçbir şeyin içeri girmesine iznim yok. Fazladan tek bir ses, aylardır beklediğim mektubu hala getirmemiş olan postacının her seferinde umut veren ayak sesi bile tahammül sınırlarımı aşıyor. Kalbimin atışını postacının ayak sesinden daha net ve kesintisiz duymaya başladım. Ama kapıyı açmayacağım. Aynı anda iki geçmiş! Benim için çok fazla. Buna hazır olmadan ölmeyi dilerim; yaşım kaç olursa olsun.

Çoraplarımı da sıyırıp çıplak ayak koridorda ilerliyorum. Attğım her adımda, ayağımın yere yapışıp da ayrılmasından aldığım zevki anlatamam! Sanki elimdeki metal kutunun içinde yürüyorum. Bir yandan elimi kutuya değdirip çekiyor, diğer yandan da uygun adım odama doğru ilerliyorum. Kutunun içinde yürüyorum sanki: Pembe panjurlu bir şatoda. Sanki dağ başındaki bir yalıda; içerisi yaz, dışarısı sonbahar. İlk defa bu koridoru böylesine adımlıyorum.

Yatak odamda aynanın önüne geçip kendime bakıyorum; gömleğimin iki düğmesi açık, kotum çamur içinde, leş gibiyim. Terimin tuz kokusunu bile alabiliyorum. Olduğum gibi uzanıyorum yatağıma. Soyunamayacağım. Tek kişilik yatağımda, yastığımı yatağın ucuna kaydırıp duvar ile arasında yer açıyorum. Kutuyu koyuyorum.

Cesaretim yok. Gücüm yok. Hatta heyecanım da kalmadı, tükendi bitti. Gözlerimi kutuya dikiyorum.

Ellerimi yastığın altına gömüyor ve uyuyorum."

N.A.

6 Ocak 2013 Pazar

Böyle daha rahat be güzelim.


"Bu bi cinayet. Öldürücü darbeyi vurmam gerek: Seni seviyorum.

Ellerimi yıkıyorum. Akan suyun soğukluğunda arındığımı düşünürken, lavaboya akan kanların izinden fal bakıyorum. Bir yolu daha varmış, yazık. İnsan kaderini her zaman yaşayamıyor demek ki. Neyse zaten fallara inanmazdı orospu.

Kışın orta yerinde açık bıraktığım pencere salonu morga çevirmiş. Soğukta saklamam gereken hiçbir şeyin kalmadığını farkedip pencereyi kapatırken sokağa bakıyorum. İki adam adımlıyor yolu. Kaldırım lambalarından biri bozulmuş, bi yanıp bi sönüyor. Adamlar trafiğe takılmış gibi ilerliyor bomboş kaldırımda. Yanıp söndüğünü gören , yanındakine gösteriyor. Tam olarak duyamıyorum ama lambaya tekme atarken adamın küfrettiğini düşünüyorum. Sokaktaki aydınlık nihayetini buluyor.

Yorgunluktan ellerimin üzerindeki damarlar şişmiş, gözaltlarımı merak edip televizyonu kapatıyorum. Ekranındaki gölgemden çok bir şey seçilmiyor ama mor. Nefret ettiğim renk. Orospu rengi. Bana intiharları hatırlatıyor. Oysa ne gerek var. Ölene ya da öldürülene kadar yaşayın sevgili orospular. Bakın, bi adam olarak tüm içtenliğimle söylüyorum, iyi insanlarsınız. Ama çok yorgunum.

Oturmaya bile mecalim kalmayınca kaykılıyorum koltukta, uzanıyorum; ayaklarımı uzatıp başımın altına bi yastık çekiyorum. Düşünmem gerek. O kadar çok şey var ki. Düşünceler öldürülmüyor ya, ona çok pis bozuluyorum. Beynim dursun, vicdanım rahat bıraksın beni istiyorum ama olmuyor. Yanımda duran taburenin üzerine uzanıyor, silahı alıyorum. İçi boş. Kafama dayayıp tetiği çekiyorum. Ve hiçbir şey olmuyor. Sadece zaman öldürüyorum.

Yola böyle çıkmamıştım. Öldürmek değildi niyetim. Bi sigara yakıyorum. Dumanı ciğerlerimi kaplayana kadar içime çekiyorum. Sonra seni öpermiş gibi kendi dudaklarımı çekiyorum içime ve tek nefeste bırakıyorum. Hafif bir sis.

Yola böyle çıkmamıştım. Ama sevmek adamı öldürüyormuş be güzelim. Elimden başka bi şey gelmezdi kusura bakmayacaksın artık. Sonuçta hepimiz bi gün ölücez, di mi? Seninki de benden olsun istedim. Hediyem olsun dedim.

Ben sevmeyi de beceremem zaten inan. Sevecek olsaydım, gecenin 4'ünde, zil zurna sarhoş, kapıma dayanır da zırıl zırıl ağlardın. Ben öyle sahneleri çok gördüm güzelim. Bu yaştan sonra da ne kafam kaldırır, ne de kendime kapısında kadınları süründürüp ağlatıyo şerefsiz dedirtirim.

Aklımda böylesi bir son yoktu ama, ne yalan söyliyim, biliyordum. Zaten sen de bilseydin sevildiğini, her kadın gibi aşka binip benim kalpte inecektin her gün. O yükü kaldırmaz benim kafa. Ben anca günlük işlerin tıkırında yoluma bakarım. Yani o durak ben değildim be yavrum. Bende durulmaz: Saygıyla selam verilir, iç çeker bazıları, kadınlığına yakıştıran olursa bi numara falan bırakır ama siktirip gildilir benim yanımdan. Bende durulmaz. Ben o herif değilim anlayacağın. Aşk maşk desen ağzının ortasına çakardım bi tane ya; sonradan bi parça üzülürdüm ama umrumda olmazdı çok da. Acılar falan çekerdin de sonra onların tesellisini etmem gerekirdi. Bu yüzden sonuna bıraktım bizim romanın ilk cümlesini yavrum.

Az kalsın seni sevecektim. Tetiği çektim. Şimdi daha rahat seviyorum."

N.A.


3 Ocak 2013 Perşembe

Ne alakası var!

Söylediklerimizle yaptıklarımızın, sustuklarımızla yapacaklarımızın, giydiklerimzle davranışlarımızın, kırdıklarımızla kırıldıklarımızın, sevdiklerimizle seviştiklerimizin ne alakası var konumuzla Allah aşkına!

Elimize tutuşturulan, bir gazetenin pazar eki gibi, ister oku - ister okuma bir hayat. Gazetenin altı çizilir mi hiç? En fazla, sevdiğin yazıyı keser alırsın, katlar cüzdanına ya da paltonun cebine koyarsın ki sevdiğin şeyleri sevdiğin kişilerle paylaşabilme özgürlük ve cesareti hala içinde soluklanmaya devam edebilsin. Ama kimisi altını da çiziyor. Onu ben bilemem. Okuduğunun izdüşümüdür belki o adamın gözünde, kim bilir?

Pusudaki hayvan, kapandaki insan gibi olmayacak şeyler geliyor aklıma bazen. Ne alakası var deyip hemen unutmaya çalışıyorum. Yoksa olasılıklar sadece beni mi ürkütüyor? Bu gibi anlarda dinim devreye giriyor, alıyor imanımı, götürüyor bir çilingir sofrasına. Açıyorlar önlerine bir sözlük bir de 70'lik. Unuttukları her harfi yeniden hatırlarken, hatırladıkları her şeyin dini imanı adına kadeh tokuşturuyorlar. Sonra hava kararıyor, sokaklarda yılbaşından kalma çam ağacı aydınlatmaları. Önce imanım saygı duruşuna geçiyor, "sen olmasan benim anlamım olmazdı be usta!"Oysa , -ne de olsa benim dinim- dinim telaşsız ve mütevazı : "zamanda her şeye bir anlam bulunur sen dert etme. ben sadece senin güçsüzlüğüne ömür veriyorum, unutup da kendini harcamayasın diye."

Dinime imanımı emanet edip, cebimde sözlükle Taksim-Tünel arası aşağı yukarı yürüyüp duruyorum. Elim sigara arıyor ama yok, olmaz. Sigarayı bıraktım. İçimden cümleler kurup kendimi oyalamaya çalışıyorum, yoksa ne alakası var şu gidiş gelişlerimin yaşamakla. Sadece zamanı öldürüyorum.

Ellerim boş kaldı diye, bir çift el bakmam inşallah kendime diye umuyorum. Ne hainmişsin be sigara! Yalnızlığın seninle ne alakası var?

25 Eylül 2011 Pazar

Alkol

Anlaşılamadığınızı mı düşünüyor musunuz? O zaman kendinizi anlatmanın daha iyi bir yolunu bulun: için.

Kendimi baz alarak konuşmamı bloguma mazur görün ama şuna inanmanızı dilerim ki alkole ihtiyacınız olduğunda o ihtiyacı es geçmeyin. İhtiyaç duyduğunuz şey her zaman kendiliğinden asil kanınızda bulunmuyor. Önemli olan neye ne zaman ihtiyaç duyduğunuzu farkına varmanız ve eğer ona gerçekten ihtiyaç duymuyorsanız ondan nasıl ve ne zaman vazgeçebileceğinizi keşfetmeniz. Eğer bir şeyleri keşfetmeyi gerçekten umursuyorsanız kendinizden başlamanızı dilerim.
Nerede kalmıştım?

Alkol!

Her an içesiniz gelmiyor ve gerçek bir alkolik değilseniz, ve o gün gerçekten " bir bira olsa ne harika olurdu " düşüncesine birdenbire fena halde sıcak bakıyorsanız çok da kendinize direnmenize gerek yok. Çünkü sadece fiziğinizin değil, çoğu zaman ruhunuzun da yorulmaya ihtiyacı var. Bazen beden, ruh yorulduktan sonra düşünmeye başlıyor. Ve yaşadığmız dünyanın fiziksel dünyamızla olan tecrübelerini göz önünde bulunduracak olursak, bedenin gerçekten de bazı zamanlarda düşünmeye ihtiyacı var olabileceğini düşünmenin sizin akıl hastası olduğunuzu göstereceğini zannetmiyorum. En azından benim henüz herhangi bir raporum bulunmamakta.

Ve bu bahsi geçen dinlenmeye ermeniz için gereken şey içkiyse: için! Şimdi ben burada alkolü mü övüyorum? Ya da içki sağlığa yararlı mı diyorum? Hayır! Fiziksel dünyamızda çoktan ispatlanmış gerçeklerle, en azından şimdilik, uğraşmaktan zevk almıyorum. Demek istediğim aslında sadece şu: bazen bazı gerçeklere ulaşabilmeniz için, amerikan filmlerinde gördüğünüz gibi, sezgilerinizin peşinden gitmeniz yetmez. En temel olan şeyi,yani o gerçeklerin konuşulduğu dili bilmeniz gerekir. Bu kadar basit.

Ama basit olan şeye ulaşmak ya da ona ulaşmış olduğunuzda bunu farkına varmak çoğu zaman çoğu şeyden daha zordur. Konu eğer anlaşılmaksa, bunu farketmek de çok zordur.

Mesela bazı gerçekleri ancak geçmişe bakarak görebilyorsanız bence bu sizin geçmişte bir yerlerde hâlâ vazgeçemediğiniz şeyler olduğuna dair ciddi bir ipucudur. Geçmişinize bakıp da anlaşılamamış olduğunuzu düşünüyorsanız, oraya geri dönüp de kendinizi tekrar ve daha doğru bir şekilde ifade etme isteğiniz hâlâ yakınlarınızda bir yerde duruyorsa bunda bir hikmet çoğu zaman vardır. Asıl isteğinizin geçmişinizi doğrulayarak yeniden yaşamak mı olduğu ya da geride bıraktıklarınızı gerçekten bitirmiş olarak hayatınıza devam etmek mi olduğuna dair net bir şey diyemem, pek emin değilim. Ama en azından henüz daha zaman makinesinin icat edilmediğini düşünen, ya da eğer icat edildiyse bile bundan henüz haberi olmamış olan insanlar olarak, orada yani geçmişte yeniden yaşayamayacağınızı varsayabilirim. Dolayısıyla "abi biraz düşünmem gerek " deyip de içerek her şeyi çözemeyiz. Ama eğer o içiren şeyi düşünmeniz gererekiyorsa ve bunun çözümü sizin ilerlemenizi ve daha anlaşılır biri olmanızı sağlayacaksa o zaman alkol pek de fena bir şey değildir.

Anlaşılır olmak için her zaman kendinizi tamamen ve açık olarak ifade etmeniz yeterli değildir.

Akollü bir ortamda her zaman en az bir kere " ben" diye başlıyorsun sonunda. (devam edecek...)

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Anlaşılmak

İnsanın kendisini kimsenin anlamadığını düşünmesi bir hastalıkmış. Bence bunun yanı sıra insanın kendisini herkese anlatmaya çalışması da bir hastalık. Kısaca bahsetmek gerekirse:
Görüyorsunuz, yine anlamadığınızı düşünüyor ve anlatmaya kalkışıyorum. İşte bu kadar.

"Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder." Teşekkürler Carl Gustav Jung