12 Ocak 2013 Cumartesi

Gözlerimi kutuya dikiyorum.


"Avuçlarımın içine bakıyorum. Küreğin zımparalanmamış sapı avuçlarımı kızartmış ama şimdi yarım bırakmanın sırası değil; daha yarım saat oldu, derinlik yarım metre. Yeterli değil. Beremi çıkartıp alnımdaki terleri silerken üstüme yağan kara hayret ediyorum. Aslında hayret etmem gereken kar değil, bu havada bunca terliyor olmam ama, çok normal değil mi? Yatıştırmaya çalıştığım sinirim, öfkem ve stresim alnımdan damlayıp süzülüyor. Gözümden damlayamazlar artık. Ağlamak çok eski bir fiil. Hem de çok kadınsı. Artık kullanmıyorum.

Kazmaya devam ediyorum. O kadar çok terledim ki, ayağımın altındaki topraktan yeni bir erguvan ağacı daha yeşerebilirmiş gibi geliyor her an. Sahi neden erguvan? Neden bu ağacı seçmiştim acaba? Hatırlamıyorum. Bir yer işareti olarak ağaç dikmek doğaya karşı nazik bir tutum tabii ama onca ağaç varken neden erguvan? Acaba aramızda özel bir anlamı mı vardı? Hafızamın günlük gelgitleri arasında kaybolup giden bir ayrıntı daha. Bir yerden sonra yaşanan her şey ayrıntıya kaçıyor. Hatırlamamayı ben seçmiştim ama bu başarıyı ben bile beklemiyordum; öngörülmemiş bir zafer doğrusu.

Hava kararmadan bitsin bu iş istiyorum diye düşünürken kürek sonunda karayı gösterdi. On bir sene evvel bunu buraya gömerken çok daha çevik ve dinç olduğumu, genç olduğumu hatırlayıp acı acı gülümsediğimi farkettim. Bu kadar uzun süreceğini, üzerinden bunca zaman geçeceğini tahmin edemezdim.

Bakır kabartmalarla işlenmiş metal kutuya zarar vermemek için buradan sonrasında ellerim devreye giriyor. Yavaş yavaş çıkartıyorum. Zaten üzerinde birkaç avuç toprak kalana kadar kazmışım. Düşüncelerin yarattığı dalgınlığın, istemediğin bir şeyi yaparken bile, durdurulamaz bir devamlılık dayatma gücü var. Neyse ki kutuyu buldum. Bulamasaydım belki de lanetlenir, bir on bir sene daha dokunmazdım. Şimdi kutu ellerimde. Avuçlarım küreğe sürtünmenin verdiği etkiyle acırken, soğuktan neredeyse buz tutmuş metal kutunun üzerine kar yağıyor ve elime yapışıp kalmasından korkarak kutuyu sırt çantama attığım gibi küreği kapıp 73 dakikada açtığım çukuru 18 dakikada kapatıyorum: Bir dehliz adeta. Erguvandan bir dal koparıp hızla arabaya doğru yürüyorum. Çok şükür kar daha tam olarak yeryüzünü kaplamadı, görsel bir dekor olarak varlığını sürdürüyor. Yine de silecekleri kaldırıp lastiklerini eldivenlerimle temizliyorum ve atlıyorum arabaya. Kontağı çeviriyor, evin yolunu tutuyorum.

Dışarısı soğuk olabilir ama nedense bu ev hep sıcaktır. Bazen bu ısının kombiden değil, kelimenin manevi değerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Kelime anlamıyla 'yuva': Birliktelik ve huzur. Kutu... Kutum? Hemen orta gözünü açıorum, kutuyu aldıktan sonra fırlattığım çantam masanın üzerindeki boş bira şişesini düşürüyor: Vazom! Kırılacak gibi değil çok şükür. Bira şişesini alıp televizyonun üzerine koyuyorum. Erguvandan kopardığım dalı da şişenin içine. Kutuyu alıp sandalyeye oturuyorum. Onu kucağımda açacağım. Masanın üzerine koyup da geeksiz bir mesafe ve samimiyetsizlik girsin istemiyorum aramıza. Topraktan çıkardım onu ve şimdi kucağımda. Yıllar sonra içinden çıkacakların merakını damarlarımda atıyor kanım.

Telefon çalıyor. Şu an müsait değilim kusura bakmasınlar.

Önce sağ ayağımın ucuyla sol topuğuma basıyor, sonra aynı işlemi sağ topuğuma uyguluyor ve ayağımdan, bağcıklarını içine tepme prensibimi aksatmaksızın giymiş bulunduğum botlarımı çıkartıyorum. Telefon ısrarcı olduğu kadar umursamazım ben de; hala çalıyor. çıkarttığım botlarımı ayağımla yana itiyorum. Ayağa kalktığımda, salona mı yoksa yatak odasına mı gitmeliyim bilemiyorum. Karar veremiyorum. Birden telaşlanıyorum. Tam olarak nereye gitmeliyim çok bilemesem de, şu an dünyamın dış dünyaya kapalı olduğuna en az elimde tuttuğum kutunun varlığı kadar eminim, biliyorum. Ellerimi açarsam kutu düşer. Kapıyı açarsam dış dünya içeri girer. Hiçbir şeyin içeri girmesine iznim yok. Fazladan tek bir ses, aylardır beklediğim mektubu hala getirmemiş olan postacının her seferinde umut veren ayak sesi bile tahammül sınırlarımı aşıyor. Kalbimin atışını postacının ayak sesinden daha net ve kesintisiz duymaya başladım. Ama kapıyı açmayacağım. Aynı anda iki geçmiş! Benim için çok fazla. Buna hazır olmadan ölmeyi dilerim; yaşım kaç olursa olsun.

Çoraplarımı da sıyırıp çıplak ayak koridorda ilerliyorum. Attğım her adımda, ayağımın yere yapışıp da ayrılmasından aldığım zevki anlatamam! Sanki elimdeki metal kutunun içinde yürüyorum. Bir yandan elimi kutuya değdirip çekiyor, diğer yandan da uygun adım odama doğru ilerliyorum. Kutunun içinde yürüyorum sanki: Pembe panjurlu bir şatoda. Sanki dağ başındaki bir yalıda; içerisi yaz, dışarısı sonbahar. İlk defa bu koridoru böylesine adımlıyorum.

Yatak odamda aynanın önüne geçip kendime bakıyorum; gömleğimin iki düğmesi açık, kotum çamur içinde, leş gibiyim. Terimin tuz kokusunu bile alabiliyorum. Olduğum gibi uzanıyorum yatağıma. Soyunamayacağım. Tek kişilik yatağımda, yastığımı yatağın ucuna kaydırıp duvar ile arasında yer açıyorum. Kutuyu koyuyorum.

Cesaretim yok. Gücüm yok. Hatta heyecanım da kalmadı, tükendi bitti. Gözlerimi kutuya dikiyorum.

Ellerimi yastığın altına gömüyor ve uyuyorum."

N.A.

Hiç yorum yok: